BOYNUZLA ERGUVAN ARASI
Bu şehrin her şeyi fazla. Sefası, cefası, varsılı yoksulu… Tepeleri de öyle. Görünce insanın dermanını kesip, yürümek kararsızlığıyla, seyredilen tepeler. Yayvanlığına uyup, kıpraşan rüzgar eşliğinde keyifle tırmanılan tepeler. Onu ilk defa bu tepelerden birine tırmanırken gördüm. Toprak adacığının kıyısında, kalp şeklindeki yapraklarıyla ben buradayım der gibiydi. Dikkatli, dikkatli baktım. Evet boynuz ağacıydı. Düşünceme sesim eşlik etti. “Aa… Boynuz ağacı.
Biz birbirimizi tanıyorduk. Ben onun değişkenliklerini, o da benim en korunası hallerimi biliyordu. 17.yüzyılın ilk yarısında yaşayan Nev-i zade Ata-i de onu biliyordu.
“ Zamane gussaları bi-giran imiş bildük
Veli devası mey-i erguvan imiş bildik.”
Derken çiçeklerinde ki şifayı dillendiriyordu. Çiçeklerinin kızılımsı, mor renginden etkilenmişler ki erguvanı isim yapmışlar.
Bizim isimlendirmemizde ise tohum keselerinin şekli belirleyici olmuş. Baklayı andıran tohum keseleri boynuza benzediğinden olsa gerek, “boynuz” denilmiş. Anadolu’nun başka yerlerinde de ismin başına “deli” eklenerek “deliboynuz” olmuş. Bizler deli sıfatını ona yakıştıramayıp, sadece boynuz demişiz. Her haliyle yaşantımızın içinde olan ağaca, bu yakıştırmayı yapamazdık elbette.
Tütün kırım zamanı geldiğinde meskenlerimizin yapı malzemesiydi. Tütün dikim zamanında tarlalarımızın kenarlarında devasa çiçek demetleri gibi dururlarken, kırım zamanı geldiğinde çiçeklerini döküp yapraklarla donanmış olurlardı. Kesilen bol yapraklı dallarla çardaklarımızın duvarı ve tavanı örülürdü. Yeşil yapraklar kuruyup yer yer dökülünce bol pencereli meskenimiz oluşurdu. Bu küçük pencerelerden dışarıyı gözlerdik. Kırdığımız tütünleri yarı uyuklar halde dizerken dışarıda gördüğümüz bir hareket uykumuzu dağıtırdı. Ama asıl uyanıklığı radyolarımız sağlardı. Radyolar sayesinde köyümüzün dışında ki dünyayı tanıdık. Kendi dünyamızda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “gülden sonra bayramı yapılacak bir çiçek varsa erguvandır” dediğinden habersizdik. Edebiyatçılarımız ilk ninnilerimizi boynuz yapraklarından yapılmış bebeklere söylediğimizden, yorgun bedenlerimizi boynuz çalısı üzerinde ki hasır yataklarda dinlendirdiğimizden, haberleri olmadığı gibi.
Edebiyatçılarımız onu sadece erguvan olarak değil boynuz olarak da tanımış olsalardı, ağaç onların kaleminde destanlaşırdı. İstanbul boğazını çevreleyen yamaçların renklenmesiyle başlayan erguvan zamanı etkinlikleri uzun zamana yayılırdı.
Ve şimdi hayal ediyorum. Gökçealan’da ki tarlaların sınırları erguvanlarla ayrılmış. Edip Cansever,
“Nerdesin ey benim her gün yeniden doğan oğlum
Sevginin çoğul oğlu
Senin ülkende yalnız bütün özlemler
Bilirim yalnız orada, içtenlik, erinç, coşku,
Bayrağında ki bir tek çiçekli dalla
Orada uçsuz, bucaksız
Olanca görkemiyle bir erguvan
İmparatorluğu.”
Mısralarını, köyüm için söylemiş olsun.